Hepsi beni beklemiyor... Bir kadın telefonlara cevap vermiyordu ve ailesi telaşlandı. Uzakta yaşıyorlardı ama endişelerini bildirmek için polise başvurdular. 'Normalde evdedir,' dediler memurlarımıza.

Telefonlara cevap vermemenin pek çok sebebi olabilir. Bazen insanlar uyuyakalır, bazen telefonlarını kaybeder, bazen de sadece biraz yalnız kalmak isterler. Ama bazen de, maalesef, kötü bir şeyler olmuş olabilir.
Yapılan araştırmalar sonucunda, kadının aslında şehrimizin hemen dışında, belediye sınırlarının ötesinde bir bölgede yaşadığı ortaya çıktı. Bu durum, olayı biraz daha karmaşık hale getiriyordu. Ancak, meslek ahlakımız ve vatandaşlarımızın güvenliği her şeyden önemliydi. Bu nedenle, vakit kaybetmeden bir devriye arabası görevlendirdik. Devriye memurumuz, Şerif yardımcısıyla birlikte, kadının ikametgahına giden uzun ve tenha giriş yolunda ilerlerken, içlerinde bir umut ve belirsizlik vardı.
Olay yerine vardıklarında, kadının arabasıyla karşılaştılar. Araç, şehrin dışındaki tenha bir yolda, bir sıra metal posta kutusunun yanında park edilmişti. Motor hala çalışıyordu, sanki kadın aceleyle bir yere gitmişti. Ancak, arabanın sürücü kapısı açıktı ve kadın, sürücü koltuğunun dışına doğru eğilmiş bir şekilde, hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu.
Maalesef ölmüştü :(
Ölüm bildirimleri kadar üzücü bir şey yok
Olayın ne olduğunu anlamak biraz zaman aldı. İlk bakışta her şey normal gibiydi. Ancak, dedektifler olay yerine gelip soruşturmaya başladıklarında, gerçeğin hiç de öyle olmadığını anladılar. Arka lastiklerin toprakta dönmüş olduğunu fark ettiler. Bu, kadının bir şekilde aracı hareket ettirmeye çalıştığını gösteriyordu. Daha sonra, kadının kafasında bir çürük olduğunu tespit ettiler. Bu da, olay öncesinde bir darbe almış olabileceğini düşündürüyordu. Ancak, asıl korkunç gerçek, boynunun kırılmış olduğunun belirlenmesiyle ortaya çıktı.
Kadın, posta kutusundan mektuplarını almak için arabanın sürücü kapısından dışarıya doğru eğildi. O an, bir anlık dikkatsizlikle ayağı fren pedalından kaydı. Panikle gaz pedalına basınca, araba bir anda hareketlendi. Açık olan sürücü kapısı, posta kutularına çarparak geri tepti ve talihsiz kadının başına sert bir şekilde çarptı. Çarpmanın etkisiyle boynu kırılan kadın, olay yerinde hayatını kaybetti.
Gün sona ermişti. Kadın, her zamanki gibi, iş çıkışı evine doğru yol alırken, posta kutusuna uğramayı da ihmal etmedi. Rutin bir alışkanlıkla, mektuplarını kontrol etmek için arabadan indi. Belki de o an, hayatının son anı olacağından habersizdi. Bir an sonra, korkunç bir kaza oldu ve kadın, o rutin görevi yerine getirirken hayatını kaybetti.
Kolluk kuvvetleri kariyerim boyunca, bunun gibi sayısız anlamsız trajediye şahit oldum.
Bunlardan biri de, işten sonra evine gelmeyen bir iş adamının hikayesiydi. Karısı, akşam yemeğini hazırlamış, sofrayı kurmuş, çocuklarla birlikte kocasını bekliyordu. Ancak, adam eve hiç gelmedi. Ertesi gün, eşi bize başvurdu. 'Ofisten eve dağ bisikletiyle gidiyor,' dedi çaresizce. Ancak, aradan günler geçmesine rağmen, iş adamından hiçbir haber alınamadı.
Bu yüzden onu aramaya gittik.
ş adamının sıkça kullandığı, dolambaçlı dağ yolunu tekrar takip ettik. Yol boyunca dikkatle etrafımıza bakınıyorduk. Bir süre sonra, devriye memurlarımızdan biri, yolun kenarında, dağılmış bir yaprak yığını fark etti. Durdu, arabadan indi ve dikkatle yığınla doğru yaklaştı. Yere çömelerek yığını inceledi. Yığın, sanki bir şeyin üzerini örtmek istercesine, özenle toplanmıştı. Memur, yavaşça yaprakları kaldırdı ve gördüğü manzara karşısında nefesini tuttu.
Kayalıkların ve çalıların oluşturduğu sarp yamacın aşağısında, korkunç bir manzara ile karşılaştık. Bir ağacın gövdesine sıkışmış, cansız bir beden yatıyordu. Bu, kayıp iş adamıydı. Vücudu darbelere bağlı olarak buruşmuş, yüzü tanınmaz hale gelmişti. Biraz ötede, parçalanmış dağ bisikleti, çalılıkların arasında sıkışmış bir şekilde duruyordu. Bisikletin tekerlekleri, son bir çırpınışla toprağı kazımış gibiydi.
Dedektifler ve adli tabip çağrıldı.
Memurlar, iş adamının evine vardıklarında, kapıyı çaldılar. Bir süre beklediler. Kapı açılana kadar, sessizce beklemeye devam ettiler. Sonunda kapı açıldı. Karşılarında, gözleri yaşlarla dolu, perişan bir kadın duruyordu. İş adamının eşiydi.
Ölüm bildirimleri kadar üzücü bir şey yok!
Ölüm, hayatın bir parçası olsa da, sevdiklerimizin ölümüyle yüzleşmek her zaman çok zor. Bu acı, ne kadar çok yaşanırsa yaşansın, asla hafiflemiyor. Belki de bunun nedeni, insan doğasının kayıpla başa çıkmakta zorlanmasıdır.
Herkes hayatın belirsiz olduğunu bilir.
Kontrolün aslında bir yanılsama olduğunu biliyoruz. Ama yine de kendimizi güvende hissetmek istiyoruz. 'Bana bir şey olmaz' diyoruz. 'Bu tür şeyler hep başkalarının başına gelir' diye düşünüyoruz. Ama içten içe, derinde bir yerde, gerçeğin farkındayız.
Gelecek olanı durduramazsın...
Sahip olduğun şey, yeni bir şey değil
Yaşlandıkça ve deneyim kazandıkça, hayatın beklenmedik darbelerine karşı daha dirençli olacağımı düşünmüştüm. Ama sanırım yanılmışım. Hayat, sapan taşlarını ve oklarını atmaktan asla vazgeçmiyor. Ve ne kadar tecrübeli olursan ol, bu acı verici sürprizlere karşı hazırlıklı olmak mümkün değil.
Ama tam tersi oldu.
İnsan yaşlandıkça, hayatın zorluklarına karşı daha bilgece bir duruş sergileyeceğini umar. Ancak, bilgelik ve deneyim, duygusal kırılganlığı ortadan kaldırmaz. Aksine, hayatın anlamını ve değerini daha derinden kavradıkça, duygusal yaralar da daha derin hissedilebilir.
Yaş ilerledikçe, hayattaki küçük şeylerin değerini daha iyi anlıyoruz sanki. Bir çiçek açması, bir kuşun sesi, sevdiklerimizle geçirdiğimiz anlar... Bunların hepsi, bizim için daha kıymetli hale geliyor. Belki de bu yüzden, ani bir kayıp ya da trajedi yaşadığımızda, acısı daha büyük oluyor. Çünkü artık sadece bir hayali değil, o güzel anıları, o tatlı hatıraları da kaybetmiş oluyoruz.
Diğer bir şey de, yaşlandıkça, kendimizi daha zayıf, daha yavaş, daha çekingen hissetmeye başlıyoruz. Belki de bu yüzden, hayatın zorluklarıyla yüzleşmek, gençliğimizde olduğundan daha zor geliyor. Evet, artık daha tecrübeli ve bilgiliyiz. Ama aynı zamanda, duygusal olarak daha savunmasızız.
Ebet, bazı insanlar yaşlılığı büyük bir olgunluk ve huzur içinde karşılıyor. Hayatın onlara sunduğu her şeyi kabul ediyorlar. Ama çoğu insan için yaşlılık, gelecek korkusuyla birlikte geliyor. Yaşlanmaktan, güç kaybetmekten, yalnız kalmaktan korkuyoruz.
Cormac McCarthy'nin “No Country for Old Men.” adlı romanının film uyarlamasındaki anlatacağım şu sahne üzerinde düşünün.
Sahnede, yaşlı Şerif Bell (Tommy Lee Jones'un canlandırdığı karakter), emekliliğin eşiğinde, dünyanın karmaşıklığı karşısında kendini çaresiz hisseder. Suç, uyuşturucu ve şiddetin giderek arttığı bu dünyada, iyiliğin kötülüğü yendiği o basit anlatılar artık çok nadir görülmektedir. Şerif Bell, hayatında bir boşluk, bir anlamsızlık olduğunu düşünür. Sanki tüm değerler altüst olmuş, dünya artık onun anlayabileceği bir yer olmaktan çıkmıştır.
Şerif Bell, görev sırasında aldığı bir kurşun yarası sonucu tekerlekli sandalyeye mahkum olan emekli Şerif amcası Ellis'i ziyaret eder. Amca Ellis'in (gerçek hayattaki kovboy/aktör Barry Corbin tarafından muhteşem bir şekilde canlandırılıyor) yüzünde, hayatın zorluklarına rağmen dimdik duran bir bilgelik ifadesi vardır. Şerif Bell'in içindeki çaresizliği fark eden Amca Ellis, ona hayatın anlamı ve zorluklarla başa çıkma konusunda değerli bilgiler verir.
"Bu yeni bir şey değil. Bu ülke, insanlara karşı acımasız. Gelecek olanı durduramazsın. Her şey senin için hazır değil. Bu sadece bir kibir."
Emekli bir hukukçu olarak, eskiden çalıştığım o dünyaya artık yabancılaştığımı hissediyorum. Toplum, sanki daha kaba bir hale bürünmüş. İnsanlar, hükümet kurumlarına karşı daha şüpheci yaklaşıyor. Acaba insanlar, yaptıkları işe hala inanıyorlar mı? Yoksa çağın ruhunda bir değişim mi yaşanıyor?
Sosyal medyanın yüzeyselliği, yapay zekanın sahteliği ve toplumsal değerlerin aşınması... Tüm bunlar, kendimizi daha az insan, daha çok boşlukta hissetmemize neden oluyor olabilir mi?
Ve eğer başımıza ne gelirse gelsin durduramazsak, o zaman nasıl mutlu ve tatmin edici hayatlar yaşarız?
Son zamanlardaki haberler zordu
Amca Ellis, Şerif Bell'e o bilindik sözü söyledi: 'Gelecek olanı durduramazsın.' Sözleri sadece çeteler, uyuşturucu ve şiddet üzerine değildi. Aynı zamanda, zamanın acımasızca ilerleyişine, kaçınılmazlığına da bir göndermeydi.
Amca Ellis, Şerif Bell'e kendi gençlik yıllarından bir şiddet hikayesi anlatarak, hayatın karanlık yüzünün sadece onun başına gelmediğini, geçmişte de benzer olayların yaşandığını gösterdi. Şerif Bell'in, yaşadığı zorlukların sadece kendisine özel olduğunu düşünmesinin, bir tür kibir olduğunu ima etti.
Hayatın zorlukları ve acıları bizi beklemiyor. Onlar her zaman yanı başımızda, her an karşımıza çıkmaya hazır. Belki de bu yüzden, ne kadar hazırlıklı olursak olalım, onlarla yüzleşmek her zaman zor geliyor.
Son zamanlardaki haberler zordu.
Son zamanlarda art arda gelen felaket haberleri, yüreğimizi dağladı. Evleri kül eden korkunç yangınlar... Bölgesel bir yolcu uçağı ile askeri helikopterin çarpışması sonucu yaşanan трагедия... Ve ertesi gün gelen başka bir ölümcül uçak kazası haberi... Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir de dünyadaki siyasi istikrarsızlık ve teknolojinin bizi bilinmez bir geleceğe sürüklemesi... Endişelenmemek elde değil.
Bu yüzden kendimi Şerif Bell gibi hissetmem kolay.
Harika bir gün, değil mi?
Ama sonra aklıma ilk müdahale ekipleri geliyor. Acil servislerde çalışan o isimsiz kahramanlar, erkekler ve kadınlar... Başkalarının hayatını kurtarmak için kendi hayatlarını tehlikeye atıyorlar. Onların kahramanlıklarını, insanlıklarını ve nezaketlerini düşündükçe, içimde bir umut beliriyor.
Eşimin bir hospice hemşiresi olarak yaptığı işi düşündükçe, içimde büyük bir hayranlık uyanıyor. Yaşamlarının son demlerini yaşayan insanlara nasıl şefkatle yaklaştığını, onlara nasıl destek olduğunu görüyorum. Hastalarla kurduğu o sıcak ve samimi bağ, onların acılarını nasıl hafiflettiğini, onlara nasıl umut verdiğini düşünüyorum. Eşimin anlattığı hikayeler, hayatın ne kadar değerli olduğunu, her anın kıymetini bilmek gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor bana.
Ve annemin geç evre Parkinson hastalığı nedeniyle kitap okuması imkansız hale geldiğinde anneme kitap okuyan Susan adlı kadını düşünüyorum. Bir öğleden sonra annemi ziyarete gittim ve destekli yaşam ünitesinin üçüncü katındaki odasına girdiğimde Susan annemin yanında oturuyordu.
Susan, anneme okuduğu kitabı yatağın bir kenarına koymuştu.
Susan annemin ellerini tutuyordu ve anneme çok güzel ve rahatlatıcı sözler söylüyordu. Çok nazik ve güzeldi.
Ve işte bu yüzden sıkı sıkıya tutunuyorum.
Sevgi, nezaket ve insan bağlantısının armağanı, hayatta sahip olabileceğimiz en değerli şeylerdir. Hayatımıza nelerin geleceğini kontrol edemeyiz. Sayısız nesildir insanlar gelip geçiyor. Ancak sevgi, nezaket ve insan bağlantısı, her zaman bizimle birlikteydi ve olmaya devam edecek.
Karanlığa karşı koymak için her zaman bir ışık vardır...
“No Country for Old Men.” filminin kapanış sahnelerinde (spoiler uyarısı) Şerif Bell emekli olmuştur ve mutfağında karısıyla kahve yudumlamaktadır. Ona merhum babasıyla ilgili gördüğü bir rüyayı anlatır. Rüyasında Bell ve babası at sırtında, bir kar fırtınasında dağlarda at sırtındadır ve Bell'in babası onun yanından geçer.
Şerif Bell karısına şunları söyler:
"Ve rüyamda onun önden gittiğini ve tüm o karanlıkta ve tüm o soğukta bir yerde ateş yakmaya hazırlandığını biliyordum. Ve oraya ne zaman varırsam orada olacağını biliyordum. Ve sonra uyandım."
Sevgili babam 2004'te vefat etti ve sevgili annem 2021'de vefat etti.
Ama onlar rüyalarımda bana geliyorlar.
Gülümsüyorlar, sevgilerini hissediyorum. Gelecek hakkında endişelenmiyorum çünkü gelecek, tüm hikaye gibi gelmiyor. Ve uykumda, anne babamla yeniden bir araya geldiğim o kutsal anlarda, içime bir huzur doluyor, umudun sıcaklığı ruhumu yeniliyor.
Ve sonra uyanıyorum, hayattaki zor şeylerin "hepsinin beni beklemediğini" biliyorum.
Bu kibri bir kenara bırakabiliyorum çünkü ebeveynlerimle ilgili rüyalar bana güven veriyor. Biliyorum ki, o soğuk ve karanlık günlerin ötesinde bir yerde, onlar beni bekliyor olacak.
Belki de sık sık tatil yaptığımız Carmel'deki o sahilde, babamın eski ordu battaniyesinin üzerinde oturuyor olacaklar. Yanlarında sandviçler ve soğuk kolalar... Babam, her zamanki gibi, romanlarından birini okurken, annem de güneşin tadını çıkarıp güneş kremi sürecek.
"Johnny, başardın! Bir plaj şezlongu çek. Bir kola iç. Rahatla ve biraz kestir. Harika bir gün, değil mi?" diyecekler. Ve her şey yoluna girecek...
Comments